"Kızarmış Ekmek" Meltem Pekol bu haftaki yazısında Robert Eggers’ın 2019 yapımı olan The Lighthouse filmini metaforlar üzerinden inceliyor.

Tanrılar Kurban İstiyor: Robert Eggers’tan The Lighthouse

Kuşkusuz tüm canlıların, yaşamın ilerlemesiyle birlikte ortaya çıkan olaylara belli bir biçimde uyum sağlamaları beklenmektedir. Bu yaşamın düzenli ilerlemesi sırasında, ordan oraya savrularak yönlerini kaybeden insanlar için bir yükümlülük olan çıkış yolu arayışı şeklinde dayatılmaktadır. Zevkle kabul etmeleri ya da direnmeleri önemli değildir çünkü zamanla hayatın bir şekilde başkalarının istediği yönde gelişebildiğine herkes şahit olmaktadır. Tekrardan rotayı bulma yâda ışığa ulaşma fikri bir anlam arayışı, bir çıkış yolu ve bazen de bir rehber arayışıdır.

Robert Eggers’ın 2019 yapımı The Lighthouse filmi bu liman arayışında yitip giden denizciler için bu metaforu bir deniz fenerine dönüştürür ve hayatın boğucu yanlarının, karanlığın engin sularında yolunu kaybetmiş insanlar için bir ışık arayışı olarak seyirciye aktarır. Işığın ilahi kudreti denizlere hükmederken bu güçten nasiplendiğini varsayanlar ise bu sarhoşlukla etrafındakilerden üstünlük yanılsamalarında yok olurlar.

Willem Dafoe’nun karakteri Thomas karanlığı aydınlatabilen ve insanlara yol gösteren bu ışığın bekçiliğini yapmaktadır. Ona atanan rol, karakterin kendini tanrılaştırmasını sembolize ederek yanına verilen stajyerin, Robert Pattinson, üzerinde güçlü bir manipülasyon yaratarak gerçeklik ve fantezi dünyasında sıkışmasına yol açar ve algısını köreltmeye çalışır. İnsan yaşamının büyük bir kısmı, başkalarının onlar için doğru olan önerilerini dinleyerek geçmez mi zaten? Kişinin üzerine atanan bu rolün ilerleyen evrelerinde karakterler arasındaki çatışmalar ile zamanı geldiğinde ödemeniz gereken bir borç olarak gözlemciye “insan kaçamadığı her şeyin kölesidir” kavramını pekiştirir.

Geniş bir perspektiften bakıldığı zaman bu iki karakterin birbiri arasındaki çalkantılı atışmaları genellikle günlük yaşamda iş hayatındaki zorbalıkları ve rekabeti de gözler önüne serer. Tatlı tavırlar eşliğinde bir hamlede sonunu hazırlamaya çalışan, mobingi ve gaslightingi ile karşısındakini usandırmaya çalışıp kendini tanrı zanneden bir avuç zavallılar topluluğunun karşısında bulursun kendini ne olduğunu anlamadan. Işığı ilk elde ettiğini sanan ve ona yakın duran kişi Willem Dafoe’nun karakteri olduğu için kendini tanrılık vasfı ile ödüllendirildiğini sanır. Robert Pattinson’un aklıyla oynarken aslında iç güdüsel olarak bu vasfın elinden alınmasını ve diğer karakterin onun gibi tanrısallaşmasını istemez. İş hayatına da bakıldığı zaman sizden üst pozisyondaki kişinin sizi zorbalaması ve usandırmasında bu içgüdüyle hareket ediyor gibi bir sonuca varılabilir. Bu durum, sadece tanrı beklentimizle sınırlı kalmamalıdır; bir kral, bir yönetici, bir arkadaş veya herhangi bir otorite figürü de benzer bir güce sahip olma eğilimindedir. Böylelikle, güce sahip olduğu düşünülen kişi diğer insanları bu güce hizmet etmekle görevli birer köle ve kurban olarak görmeye başlar.

Pattinson’un Willem Dafoe’ya kaçtıklarından ve pişmanlıklarından bahsederek günah çıkarması ve karşılık olarak “senin bu vicdan azabın da tıpkı diğer vicdan azapları gibi can sıkıcı” cevabıyla karşılaşması insanın içsel karmaşalarını çözemeyip dışarıda yanıtlar aramasının sonucu olarak başkalarının üstünlük kurmasına olanak tanımasıdır. Karşı tarafın zayıflığını bilen sözde tanrı figürü bunu koz olarak kullanır ve korku ile biat ettirmeye çalışır. Filmde yer alan çeşitli psikolojik saldırıları anlayabilmek için Eggers’ın, Sascha Schneider'in 1904'te yaptığı "Hipnoz" tablosunu sahneye iliştirdiğini ve Willem Dafoe’nun karakterinin Robert Pattinson’un karakteri üzerinde ciddi etkilerinin olduğunu görebiliriz. Mitolojide sistemin başını çeken Zeus’un insanları kontrol ederken zaman zaman ise onları ezen ve hor gören yaklaşımı gibi açıklanabilir. Ciddi anlamda mağdur edebiyatı yapan Dafoe zavallı Pattinson’un aklıyla oynarken onu işten kovdurmaya niyetlidir.

İlerleyen sahnelerdeki bir cümlesinde geçen “kulağa gülünç bir taklit gibi geliyorsun” göndermesi aslında senin benim yerimi almanı ve tanrı olmanı istemiyorum a bir göndermedir. Bunu ikisinin karakterlerinin isminin “Thomas” olarak seçilmesinden de anlayabiliriz. Bu herkes kendi kendinin tanrısıdır olarak da yorumlanabilir. Sonuç olarak hangisinin gerçek tanrı olduğuna karar veremeyiz çünkü ikisinin adı da aynı. Eğer insan gerçeğe nasıl bakacağını biliyorsa sınırları olan bir gerçeklik olmadığının farkına varır. Bunun farkına varan Pattinson kendini köleleştiren tanrı figüründen kurtularak kendi ışığına kendi ulaşmaya karar verir. Bu yüzden deniz fenerinin en tepesine ulaşarak ışığı elde etmeye ve gücünden faydalanmaya çalışır.

Klasik mitlerde bu güç ve otorite meselesi Zeus ile Prometheus arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Prometheus insanlara ateşi vererek tanrılara başkaldırmıştır ve bir kartalının işkencesine mahkûm edilmiştir. Nihayetinde, her iki taraftan da bakıldığında, insanın "tanrılık" arayışının bedelini anlatır. İnsan kendi kendinin tanrısıdır öz benliğinin farkına vararak kendi kaderini kendi belirleme yeteneğine sahiptir. Bundan dolayı herhangi bir dışsal otorite figürünü tanrı, güç, patron, kral gibi faktörleri reddeder. Bu görüş, kendi içsel gücüne ulaşmak için tanrısal ışığı elde etme çabasıyla ulaşabilir. Böylelikle kendi ışığına ulaşırken dışarısının gerçekliğine kör ve tepkisiz olabilir.

Filmin sonunda Pattinson’un karakteri kendi gerçekliğini bulmuş ama dış dünyanın gerçekliğinden bağını koparmış bir karakter olarak resmedilmiş varsayımında bulunabiliriz. Varoluşsal açıdan matrix dediğimiz fiziksel âlemdeki gerçekliğin onun için bittiği de düşünülebilir. Kendi gerçekliğin de huzurludur. Eggers’ın The Lighthouse filmi, varoluşsal bir gerçeklik arayışını güzel bir şekilde işlerken sahnelere iliştirilmiş çeşitli imgelerle keyifli bir yapım olarak öne çıkar.